top of page

İnançlı İşlem ve Muvazaa Arasındaki Fark 

  • Av. Gözde Nur Altınova
  • 7 Kas 2024
  • 19 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 20 Nis

İnançlı işlem ve muvazaa, hukuki açıdan önemli ama genellikle karıştırılan kavramlardır. Her iki işlem de taraflar arasında belirli bir güven ilişkisiyle yapılırken, aralarındaki temel fark, tarafların gerçek iradesi ile görünürdeki işlemin uyumlu olup olmadığıyla ilgilidir. İnançlı işlemde, taraflar arasındaki anlaşma hukuken geçerli iken, muvazaada bu durum söz konusu değildir. Bu yazıda, inançlı işlem ve muvazaa arasındaki farkları örneklerle açıklayarak, her iki kavramın hukuki boyutlarını ele alacağız.


1. İnançlı İşlem Nedir? 

İnançlı işlem, taraflar arasında güvene dayalı olarak yapılan ve gelecekte belirli bir koşulun gerçekleşmesine bağlı olarak sonuçlanacak hukuki bir işlemdir. Bu tür işlemler, tarafların üçüncü kişilerle yapılacak işlemlerle ilgili önceden belirledikleri bir güven anlaşmasına dayanır. İnançlı işlemde, taraflar bir üçüncü kişi ile hukuki bir sözleşme yapmak üzere anlaşır ve bu işlem, belirli koşulların sağlanması durumunda geçerlilik kazanır. Taraflar, bu işlemi gerçekleştirirken, birbirlerine güvenerek, söz konusu hukuki işlemde iradelerini açıkça ifade ederler. Bu tür işlemler, genellikle eşler veya borçlular ve alacaklılar arasında ortaya çıkmakta olup, çoğunlukla taşınmazlar veya diğer değerli mallar ile ilgili olarak yapılır. 


2. Muvaaza Nedir? 

Muvaaza, tarafların, üçüncü kişileri yanıltmak amacıyla gerçek iradelerine aykırı olarak, görünüşte geçerli bir işlem yapıp, gerçekte bu işlemin aralarında hiçbir bağlayıcılığı olmadığı durumdur. Başka bir deyişle, muvazaalı işlemde taraflar, aslında aralarındaki gerçek anlaşmaya ters düşen bir işlem yaparlar, ancak bu işlemi sadece üçüncü kişilere yanıltıcı bir izlenim vermek için gerçekleştirmişlerdir. Muvazaa, gizli bir anlaşmayı kapsar; burada tarafların gerçek iradesi, görünür işlemin gerisinde kalır. Muvazaalı işlemin amacı, genellikle üçüncü kişiler üzerinde yanıltıcı bir etki yaratmak ve onlara yanlış bir izlenim vermektir. 


3. İnançlı İşlemin Muvazaadan Farkı 

İnançlı işlem ve muvazaa, her ne kadar benzer şekilde üçüncü kişilere yönelik yapılan işlemler olsa da, aralarındaki temel fark, tarafların gerçek iradelerinin işlemlerle nasıl örtüştüğü ve işlemlerin hukuki geçerliliğidir. 


  • İnançlı işlem, taraflar arasında bir güven ilişkisine dayalı olarak yapılan geçerli bir işlemdir. Burada taraflar, birbirlerinin iradeleri doğrultusunda bir anlaşmaya varırlar ve bu anlaşma, hukuk düzenine uygun bir şekilde işlemeye başlar. İnançlı işlemde, tarafların gerçek iradeleri ve görünürdeki işlemler örtüşmektedir. Bu işlem, üçüncü kişi ile yapılan sözleşmeyle tamamlanır ve bu sözleşme de geçerlidir. Örneğin, A, yasal engeller nedeniyle taşınmazını kendi adına alamayacak durumda olan bir yabancı uyruklu kişiye, taşınmazını bir başkası adına aldırabilir. Burada, taşınmazın mülkiyeti, yasal engel kalktığında geri verilecektir. Bu işlem tamamen hukuka uygundur. 


  • Muvazaada ise, görünüşte geçerli bir işlem yapılırken, taraflar gerçekte başka bir anlaşmayı saklamaktadır. Muvazaalı işlemler, görünürdeki işlemin gerçek iradeye uygun olmadığı, sadece üçüncü kişilere yanıltıcı bir etki vermek amacıyla gerçekleştirilen işlemlerdir. Taraflar, gizli bir anlaşmayı saklayarak, görünüşte bir işlem yaparlar. Örneğin, B, borçlarından kurtulmak için taşınmazını bir başkasına satıyormuş gibi gösterir, ancak aslında taşınmazı geri almak için gizli bir anlaşma yapar. Bu işlem, hukuka aykırıdır ve geçersizdir. 

 

4. Farkların Özeti: 

  • Gerçek İrade ve Görünürdeki İşlem: İnançlı işlemlerde, tarafların gerçek iradeleri ve görünürdeki işlem örtüşür. Muvazaada ise, taraflar, görünüşte geçerli bir işlem yaparken, gerçekte başka bir iradeye sahiptirler. 


  • Geçerlilik Durumu: İnançlı işlem geçerlidir ve taraflar arasında hukuki bir bağlayıcılık doğurur. Muvazaalı işlem ise geçersizdir ve hukuken hükümsüzdür. 


  • Üçüncü Kişi ile Sözleşme Yapma: İnançlı işlemde, inanan kişinin üçüncü kişiyle yaptığı sözleşme hukuken geçerlidir. Muvazaada ise, tarafların gerçek iradesi gizli tutulduğundan, üçüncü kişiyle yapılan işlem geçerli değildir. 


  • İptal Edilme Durumu: İnançlı işlem, tarafların gerçek iradelerine uygun olduğu için iptal edilemez. Muvazaalı işlem ise, kesin hükümsüzlük nedeniyle iptal edilebilir. 


5. Sonuç 

İnançlı işlem ve muvazaa, her ne kadar benzer bir mantığa dayansa da, hukuki geçerlilik açısından birbirinden ayrılmaktadır. İnançlı işlem, taraflar arasında gerçek iradeye dayalı bir sözleşme olarak geçerli bir işlemdir. Muvazaa ise, görünüşte geçerli bir işlem olup, tarafların gerçek iradesine aykırıdır ve hukuken geçersizdir. Bu farklar, tarafların haklarını koruyabilmesi için büyük önem taşır. 



İnançlı işlem ve muvazaa

 

İnançlı İşlem ve Muvazaa Arasındaki Farka İlişkin Yargıtay Kararları 

 

  • Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2007/9485 E. 2007/11149 K. 21.11.2007 KT. 


Taraflar arasında görülen davada; Davacı, davalı Ş...’den aldığı borca teminat olarak 1072 ada 130 parsel sayılı taşınmazını davalı Ş...evrettiğini, aldığı borcu ödediğinde taşınmazın iade edileceği hususunda anlaştıklarını, ancak davalının anlaşmaya uymadan taşınmazı davalı H...ye temlik ettiğini, davalı H...’nin taraflar arasındaki inanç sözleşmesini bilerek devraldığını, davalıların kötüniyetli olduklarını ileri sürüp tapu kaydının iptali ile adına tescilini olmazsa taşınmazın rayiç değeri ile uğradığı zarar ve masrafların ödenmesine karar verilmesini istemiştir. 


Davalı Ş...aralarındaki sözleşmeye göre davacının aldığı borcu 31.8.2004 tarihine kadar ödediği takdirde taşınmazın geri verileceği, ancak bu tarihte ödenmezse evi geri almaktan vazgeçmiş sayılacağının kabul edildiğini, davacının bu tarihten sonra dahi borcunu ödemediğini, evi diğer davalıya satmak zorunda kaldığını, davalı H., iyiniyetli 3. şahıs konumunda olduğunu, davacı ve diğer davalı ile hukuki ve fiili bir bağlantısı bulunmadığını, yatırım amacıyla dava konusu taşınmazı aldığını bildirip davanın reddini savunmuşlardır. 


Mahkemece, tapu kaydının iptaline ya da tazminata hükmedebilmek için borcun teminatı olarak yapılan temlik işleminde öncelikle borçlunun alacaklıya borcunu tamamen ödemesi gerektiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. 


Karar, davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi .. .. raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü. 


Karar

Davacı, 1072 ada, 130 parsel sayılı taşınmazdaki 1.kat 28 numaralı bağımsız bölümü borcunun teminatı olarak 3.10.2003 tarihinde satış biçiminde davalı Ş....S..temlik ettiğini; aynı tarihte tarafların imzasını taşıyan (protokol) başlıklı harici belge düzenlendiğini; bu belgede, taşınmaz devrinin teminat amaçlı olduğunun, 31.8.2004 tarihine kadar borcun ödenmemesi durumunda, davacının taşınmazın iadesini istemekten vazgeçmiş sayılacağının kararlaştırıldığını; davalı Ş...in çekişmeli bağımsız bölümü, muvazaalı olarak kötü niyetli diğer davalı H...D...7.4.2005 tarihinde yine satış yoluyla aktardığını, borcu ödemeye hazır olduğunu ileri sürerek, iptal ve tescil, olmadığı takdirde, taşınmazın rayiç değeri ile uğranılan zararların tazminini istemiştir. 


Davalı Ş.., inanç sözleşmesine uygun hareket ettiğini, davalı H..iyiniyetli olduğunu savunmuş, mahkemece, borcun vadesinde ödenmediği gerekçesiyle, davanın reddine karar  verilmiştir. 


Öncelikle belirtmek gerekir ki, 3.10.2003 tarihli belgenin inanç sözleşmesi niteliğinde bulunduğu, tarafların ve mahkemenin de kabulündedir. Esasen, belgenin içeriği ve mahiyeti de bunu doğrulamaktadır. 


Bilindiği üzere; yasa koyucu borç doğuran akitlerin kapsamını belirlemede akit serbestisi ilkesini benimsemiştir. (B.K: 19/1) Aynı maddenin 2.fıkrasında "emredici kurallara, ahlaka (adaba) ya da kamu düzenine veya kişisel haklara aykırı bulunmadığı sürece iki tarafın yaptığı sözleşmelerin geçerli olacağı" vurgulanmıştır. 


Bunun yanı sıra Borçlar Kanununun 20.maddesinde "Bir akdin mevzuu gayri mümkün veya gayri muhik yahut ahlaka (adaba) muyagir olursa o akit batıldır. 


Akdin muhtevi olduğu şartlardan bir kısmının butlanı, akdi iptal etmeyip yalnız o şart lağvolur."denilmektedir. 


Gerçekten de, hükümsüz olup geçerli hale getirilemeyen işlemlerin batıl olacağı tartışmasız olup, bu hususunda res'en (kendiliğinden) nazara alınması zorunludur. Butlanı dermeyan eden kişi, davacının o konuda hakkının mevcut olduğunu kabul etmiyor demektir. Butlan niteliği itibariyle mutlak sonuç doğurur. Keza butlan, akdin bir bölümüne ilişkin de olabilir. Burada akdin yorumu değil, yanların varsayılan iradelerine dayalı olarak sözleşmenin yeniden oluşması söz konusudur. (...muteber kısım, gayri muteber kısım sebebiyle, gayri muteber olmaz. "utile per inutile non vitiatur"...) Belirtilen ilkenin doğal sonucu olarak geçerli olmayan kısım, zamanla geçerli hale gelmez. 14.1.1948 tarih 20/2 Sayılı İnançları Birleştirme Kararına göre "kanuna ve ahlaka aykırı akitlerin belli edilmesinde Borçlar Kanunu hükümleri yanında diğer mevzuatın da gözönünde bulundurulması gerekir. 


E...hukuk kuralları, uyulması zorunlu kurallardır. Yasaya aykırılık durumu, özellikle cezayı gerektiyorsa, borçlu tarafından taahhüt edilen hareket tarzı batıl olur. Ahlak ve adaba aykırılıktan amaçlanan, sosyal ve ekonomik ahlaktır. D... ve doğru insanların ortalama görüşlerine göre, ahlak veya adaba aykırı sonuç doğuran ya da kolaylaştıran borçlandırıcı akitler de batıl sayılmalıdır. Ayrıca kişisel veya ekonomik özgürlüğü kabul edilemez derecede ya da olağanüstü biçimde sınırlayan sözleşmeler  de ahlak ve adaba aykırı düşer. Zira, sözleşmeye bağlanan sınırlamalar, borçlunun kişilik ve bekası için zorunlu olan koşulları olağanüstü şekilde tehlikeye düşürmemeli, onun için katlanılamaz ve çökertici bir düzeye gelmemelidir. Yoksa kişi, ekonomik özgürlüğünü yitirir ve alacaklının mutlak iradesine tabi olur. Onun için yasa koyucu birçok özel hükümle borçlunun borçlarını tenzil ve refedilmesine izin vermiştir. 


Diğer yandan;inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin  hukuki  sebebini teşkil eder.  


Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan  hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.  


Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.                                                                                                           


Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç  sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.  


Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak  satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.  


Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur.  Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315  sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.  


Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde  aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit  hükümleri de  Borçlar Kanununun  19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır. 


İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “  olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi  içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin  yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir  düzenleme  olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde  uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese  olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur. 


İnanç sözleşmelerinin  tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten  amaçladıklarını  yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır. 


Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır. 


Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947  tarih 20/6  sayılı İnançları Birleştirme kararı  ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle  çözüme gidilmektedir. 


Söz konusu kararda; eski hukuka göre  mümkün ve geçerli olan muvazaa ve  nam-ı müstear iddialarının,  Medeni Kanunun  yürürlüğünden sonra  taşınmaz mallar hakkında  dinlenip dinlenemeyeceği  tartışılmıştır. 


Anılan kararda; çeşitli sebep  ve amaçlarla bir taşınmaz  kaydına gerçek malik yerine  başka bir  nam ve bir sözleşmede akitlerden  biri yerine üçüncü  bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde  vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına  yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir  maksatla üçüncü şahıslardan  gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli  ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen  olasılıklara  göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya  mevcut bir hakka dayanarak  bir el değiştirme  veya  bir hakkın korunması  niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme  amacıyla  öncelikle mülkiyetin  vekile aidiyeti  düşünülse bile,  temsil hükümlerine  aykırı olduğundan  bunun korunması  ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline  karşı muhtelif  borçlarını ifa edince  vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına  üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi  doğruladığı, öte yandan gerek taşınır,  gerek taşınmaz  mallara ilişkin  olsun  nam-ı  müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı  kapsamına  alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin  kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear  davalarının dinlenebilir  ve yazılı delil  ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur. 


İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı  bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear  için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla  temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da  kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir. 


Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç  sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları  bağlayıcı,  diğer yandan,mülkiyetin  naklinin sebebini  teşkil etmesi açısından  tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran  sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz  mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı  kabul edilmelidir. 


Açıklanan ilkeler doğrultusunda, somut olaya bakıldığında 3.10.2003 tarihli belgenin inançlı işlemin belgesi olduğu; taşınmazın teminat amaçlı olarak temlik edildiği, sözleşmede yer alan vade şartının Borçlar Kanununun 19. ve 20.maddeleri karşısında, sözleşmenin esasını ortadan kaldıran, kişinin ekonomik özgürlüğünü  ve mülkiyet hakkını esaslı biçimde tehlikeye düşüren bir nitelik taşıması nedeniyle batıl olduğu, ancak sözleşmenin bütünüyle geçersiz olması sonucunu doğuramayacağı; esasen vade öngörülse bile, Borçlar Kanununun 125.maddesinde belirtilen süre içerisinde sözleşmenin her iki tarafının edimin ifasını isteyebileceği, bu anlamda Borçlar Kanununun 81 nci maddesinin önem kazanacağı kuşkusuzdur. Öte yandan, inanılanın (davalı Ş...) temlik konusu taşınmazı üçüncü kişilere devir  ve temlik edebileceği de açıktır. Ne varki, inanılan ile devralan kişi, el ve işbirliği içerisinde ve yalnızca dava konusu taşınmazın inanana (davacıya) iadesini imkansızlaştırmak, inanç sözleşmesinin ifasını engellemek amacıyla hareket etmişlerse devralanın (Hatice) iyiniyetinden söz edilemeyeceği, diğer bir deyişle Türk Medeni Kanununun 1023 ncü maddesinin koruyuculuğundan yararlanamayacağı kabul edilmelidir. 


Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda toplanan ve toplanacak delillerin değerlendirilmesi, davalı H..nin iyiniyetli sayılıp sayılmayacağının saptanması, hasıl olacak sonuca göre bir karar  verilmesi gerekirken, aksine düşüncelerle davanın reddedilmesi doğru değildir. Davacının, temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 21.11.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. 

 

  • Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2009/4139 E. 2009/6415 K. 26.05.2009 KT. 


…Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. 


Davalı davanın reddini savunmuştur. 


Mahkemece davada dayanılan 9.12.1993 günlü sözleşme tapuda devir tarihi olan 13.4.1992 tarihinden sonraki bir tarihi taşıdığından bahisle kanıtlanmayan davanın reddine karar vermiştir. 

Hükmü davacı temyiz etmiştir. 


İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir. 


İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır. 


İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye "inanan" adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de "inanılan" denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise "inanç konusu şey" olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır. 


İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. 


İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından alır. Sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisinin ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Kısaca, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için yazılı bir sözleşmenin açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı aranır. Yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa HUMK'nun 292.maddesi uyarınca inanç sözleşmesi "tanık" dahil her türlü delille ispat edilebilir. 


Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince; 

İmza ve içeriği konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmayan 9.2.1993 tarihli belge inanç sözleşmesinin varlığını kabul etmeye yeterlidir. Bu belgenin aktin yapıldığı 13.4.1992 tarihinden sonra düzenlenmesinin bir önemi yoktur. Çünkü 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında böyle bir kısıtlama bulunmamaktadır.Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının yorum yolu ile genişletilerek bir taraf aleyhine durum yaratılması da İçtihadı Birleştirme Kararı ile amaçlanan sonuca uygun düşmez. 


Mahkemece mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esası incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir… gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. 


HUKUK GENEL KURULU KARARI 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: 


Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. 


Davacı vekili, müvekkilinin 1090 parsel nolu taşınmazda 700 m2'lik kısmını kendi üzerinde bırakıp kalan bölümünü davalıya satmak için anlaştığını, tapuda ifraz işlemi o anda yapılamadığı için tarafların kendi aralarında yazılı bir inanç sözleşmesi yaparak, taşınmazın tamamının davalıya tapudan devrinin yapılacağını, fakat 700 m2'lik kısmın satışa konu olmayıp davacıya ait olduğunu, ileride ifraz işlemi mümkün olduğunda 700 m2'lik taşınmazın tapusunun satıcı davacıya iade edeceğinin kararlaştırıldığını belirterek, 1090 parsel no.lu taşınmazdaki davalı adına kayıtlı tapu hissesinin 700 m2'lik arzi bölümüne isabet eden 700/4730 m2'lik hissesinin iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. 


Mahkemece; taraflar arasında yapılan inanç sözleşmesinin en geç resmi senedin yapıldığı tarihe kadar yapılması gerektiği, olayda ise bu tarihten sonra taraflar arasında yazılı sözleşme yapıldığı, söz konusu belgenin inançlı belge olarak kabulünün mümkün olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. 


Özel Dairece; hüküm yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuş; yerel mahkemece ilk kararda direnilmiş, direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 


Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasındaki satış işleminin tapuda 13.04.1992 tarihinde gerçekleşmesi, inançlı işleme konu belgenin satış işleminden sonra 09.02.1993 tarihinde düzenlenmesi karşısında, bu belgenin inanç sözleşmesi olarak kabul edilip edilemeyeceği, görülmekte olan davada ispat vasıtası olarak değer verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır. 


Uyuşmazlığın esasının incelenmesine geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde fayda bulunmaktadır. 


Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. 


İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye "inanan" adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de "inanılan" denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise "inanç konusu şey" olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır. 


İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. 


Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. 


Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. 


Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda bir borcu kalmıştır. 


Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. 


Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir(Borçlar Kanunu mad.81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır. 


İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır. 


Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır. 


Bilindiği üzere, İnanç Sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. 


Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. 


Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötü niyetli ve haksız gizlemeler" dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur. 


İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir. 


Anılan İnançları Birleştirme kararının sonuç ölümünde ifade olunduğu üzere, inanç sözleşmesi olarak anılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez. 


Öteki deyişle, İnanç Sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İnançları Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde de yalnızca "nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna" hükmedilmiştir. 


İnançları Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki ek koşulun yorum yolu ile de olsa İnançları Birleştirme Kararı kapsamına alınması mümkün değildir. (Ergun Özsunay, s.121; Gülay Öztürk, s.56) 


Kaldı ki, haricen düzenlenen ve herhangi bir resmi makamın onayını taşımasına gerek bulunmayan bir belgeye akit tarihinden sonra düzenlenmesine rağmen, akit tarihinden önceki tarih atılmak suretiyle geçerlik kazandırılması ve böylece aranan şekli niteliğin verildiğinin kabul edilmesine karşılık işlem tarihinden sonraki bir tarih atılması durumunda belgenin geçerli kabul edilmemesi hali çelişki doğurmaktadır. 


Diğer yandan olayın çözümünde esas olan yanların iradesidir. İnançlı İşlemlerde inanan belirli bir amaç için taşınmazı satış biçiminde temlik etmekte, fakat taraflar amaç gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmektedirler. Yanlar satış (temlik) işleminin yapıldığı sırada koşulların oluşması durumunda taşınmazın, iade edildiğini kararlaştırmaktadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında, iradelerin yazılı biçime bağlanması zamanının diğer bir deyişle resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmamalıdır. Zira, temliki işlemin yapıldığı tarihte var olan irade akitten önce; akit tarihinde ya da akit tarihinden sonra yazılı belge ile teyit edilmiş olmaktadır. 


İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir. 


İnançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)'nun 6.maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır. 


Öncelikle belirtmek gerekir ki, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu geçerlilik şartı olmayıp bir kanıtlama aracı olduğu, öğretide ve uygulamada oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmektedir. (Eraslan Özkaya, Açıklamalı-İçtihatlı İnançlı İşlem ve Muvazaa davaları, 2. Baskı, sayfa 34; Güray Öztürk, İnançlı İşlemler, Yetkin Yayınları 1998, s.58,89,160,167; Doç. Dr. Ergün Özsunay, Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta İnançlı Muameleler, Cezaevi Matbaası, 1968 basım, s.98,99) Kazandırıcı işlem resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında da açıkça belirtilmiştir. 


Öteki deyişle, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararının bir gereğidir. 


İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir. 


Konusu menkul ve tapusuz olan inançlı devirler, Medeni Kanunun 763/1 (687/1), 977/1 (890/1), 979/2 (892/2) maddelerine göre hiçbir şekle bağlı olmaksızın zilyetliğin devri suretiyle gerçekleştirildiğinden, dava değeri (inançlı işlemin konusu) Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 288.maddesinde öngörülen miktarı geçmediği sürece, inançlı işlem, tanık dahil her türlü delil ile ispat edilebilir. 


Ne var ki, inanca dayanan temliki işlem, uygulamada en çok rastlanan şekliyle, resmi veya yazılı bir sözleşme ile gerçekleştirilmiş ve açılan davada da o sözleşmenin aksi iddia edilmekte veya açılan dava o yazılı veya resmi sözleşmenin niteliği, tarafları gibi bazı unsurlarını değiştirmekte ise, davanın Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 290.maddesine göre yazılı delil ile ispatı gerekmektedir. 05.02.1947 tarih 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile de anılan madde hükmüne uygun kural getirilmiş, ancak resmi sözleşmenin aksinin yazılı sözleşme ile ispatını yeterli görmüştür. (Eraslan Özkaya, İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, s.45, 46). 


Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin (HUMK.m.337), ikrar ve kabul, tarafı bağlayıcı kabul edilmiş davanın (iddianın) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır. 


Uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla (HUMK.m.292), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir. 


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002-315; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325-492; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395-421; 1.7.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/ 14-677-774; 13.5.1992 gün ve 1992/14-249 E., 1992/323 K.sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiştir. 


Tüm bu ve benzeri kararlar, iyiniyetin hukukumuzun çatısı olduğu kadar, hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukun temeli olmasının bir sonucudur. 


Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur. 


Somut olaya gelince; dava konusu payın ilişkin bulunduğu 1090 parsel nolu taşınmazın tamamının, davacı adına kayıtlı iken, 13.04.1992 tarihinde satış gösterilerek davalıya devir edildiği, daha sonra taraflar arasında davada dayanılan inançlı işleme konu olan 09.02.1993 tanzim tarihli adi yazılı belgenin düzenlendiği, belgedeki imzaların taraflara ait olduğunun, 18.06.2008 tanzim tarihli Adli Tıp Kurumu raporu ile anlaşıldığı, belge içeriğinde aynen; "…Güvercinlik mevkiinde bulunan 3000 m2 miktarındaki tarlanın tamamını tapudan Mehmet Akgedik'e devir ettim. Tapuda bölme işlemi olmadığından dolayı bu işlem yapılmış olup, Mehmet Akgedik iş bu senet gereğince 700 m2 miktarındaki taşınmazın tapusunu ilerde Mehmet Çulcu'ya devir edecektir. Bunun dışında Mehmet Çulcu ile Mehmet Akgedik arasında herhangi bir alacak ve verecek mevzusu yoktur. Tapunun 700 m2 miktarının devir edilmemesi halinde ise işbu senet ve anlaşma gerekince Mehmet Çulcu o tarihteki tarlanın rayiç bedeli üzerinden bedelini almayı hak kazanmıştır…" yazdığı hususlarında ihtilaf bulunmamaktadır. 


Her ne kadar söz konusu belge, işlem tarihinden sonraki bir tarihte düzenlenmiş olsa da, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belgenin yazılı olmasından başkaca bir şart aranmadığı dolayısı ile inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce veya sonra olmasının sonuca etkili olmayacağı ve hakkın elde edilmesini kısıtlamayacağı hususu yukarıda etraflıca açıklanmıştır. 


İnançları Birleştirme Kararının başkaca kısıtlamalar veya şekil şartları öngördüğü sonucuna yorum yolu ile de ulaşılamayacağından söz konusu belgenin sözü edilen İnançları Birleştirme Kararına uygun bir ispat vasıtası olduğunun kabulü gerekmektedir. 


Bununla birlikte yemin, ikrah, kabul ve yazılı delil başlangıcı gibi delillerin de işlem tarihinden sonraki bir tarihte ortaya çıkan deliller olmalarına rağmen ispat vasıtası olarak kullanılabilecekleri, istikrar kazanmış Yargıtay uygulamaları ile de sabit hale geldiğine göre olayımızda olduğu gibi tarafların imzasını içeren adi yazılı belgenin de düzenleme tarihine bakılmaksızın ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. 


Ayrıca, söz konusu belge içeriğinin tarafların gerçek iradesini yansıttığı açıkça anlaşılmaktadır. Hukukun amacının adaleti gerçekleştirmek olduğu hususu göz önünde tutulduğunda, tarafların gerçek iradesini yansıtan ve hiçbir hukuk normu veya hukuk normu yerine geçebilecek bir düzenleme ile açıkça yasaklanmayan bir konuda adalet ve hakkı, şekle kurban etmemek gerekmektedir. 


Bununla birlikte, günlük hayatın bir parçası haline gelen ve hayatın her alanında toplumun her kesimi tarafından kullanılan inanç sözleşmesinin de önünü daraltıcı yorumlarla kapatmamak, tam tersine genişletici yorumlarla önünü açmak gerektiği de her kesin kabulündedir. 


Hal böyle olunca; Yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak, taraflar arasında düzenlenmiş 09.02.1993 tanzim tarihli belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 

Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır. 


SONUÇ 

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK'nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 14.07.2010 gününde oybirliği ile karar verildi. 

bottom of page